BİR TALAS DESTANI HEKİMBAŞININ HASAN (4)

1875 Senesinde tutulan vergi kayıtlarına göre en değerli araziler, en gelir getirici dükkan ve mağazalar, en önemli cehrilikler, en pahalı sivil mimari örneği olan ev ve köşklerin Ermeni ve Rumlara ait olduğunu görüyoruz. Bunların elinde bulunan ekonomik güç ile Türklerin sahip olduğu değerler mukayese kabul etmez bir şekilde görülmektedir.

Buna bağlı olarak gelişen mesleklere baktığımızda; Türkler genellikle kas gücüne dayalı işler olan taşçılık, nakkaşlık, sıvacılık gibi inşaat işleri ile bağ, bahçe ve tarlalarda ırgatlık işlerinde çalışıyorlar. Ermeni ve Rumlar ise Demirci, berber, terzi, çerçi, kuyumcu, tüccar, merkepçi, saraç, iplikçi, bohçacı, duhancı, esbapçı, papakçı, köşker, külhancı, eğerci, çilingir, bakkal, doğramacı, dülger, boyacı, katırcı, balıkçı, keresteci, bezirci, çıkrıkçı, kalaycı bükmeci, attar gibi ticarete dayalı ve gelir getirici işler, yürütüyorlardı.

Böyle bir yapıya sahip tahtaravallide uyum, ahenk, hoşluk, barış ve dostluk nasıl tesis edilir, nasıl yaşanılır? Hüseyin Cömert Hocamın “19.Yüzyılda Talas” isimli eserinde “1930 senesinde Atina’da kurulan “Küçükasya Araştırmaları Merkezi” tarafından göçmenlerle yüz yüze  görüşülerek anlattıkları derlenmiş ve yüz elli bin sayfadan fazla hatırat toplanmış. Bu toplanan hatırat arasında Talas Göçmeni Maria Lebletoğlu’nun anlattıkları Talas’ın ekonomik ve sosyal yapısına ait ilginç bilgiler vermektedir.” (s 44)

“Vatanımızda Türklerle iyi geçiniyorduk. Onlar yoksul kişilerdi ve onları işlerimizde çalıştırıyorduk. Bizim için yaptıkları her ne ise onun ücretini ödüyorduk. Bizler patronduk, onlar işçiydiler. Gerek Rumlar gerek Ermeniler zengindi. Türklerin bizim sayemizde karnı doyuyordu. Bize, beylerimiz diyorlardı.  Bizim bahçemizde, bağımızda Türkler çalışıyordu, ne ürün elde edilirse onu evimize getiriyordu ve bizde emekleri karşılığında onlara para ödüyorduk.”

Türkler çeşitli cephelerde vatan savunmasında şehit olurken, güçlü kuvvetli ve cevval insanlarını kaybetmiş, geride kalanları ise onlara dua etmek ve karınlarını doyurma kaygısından ticarete, sanata ve ustalık gerektiren işlere zaman ayıramamıştır. Rum ve Ermenilerin bağ ve bahçe işlerini yapmanın ötesinde, tuvaletlerin foseptik   çukurlarının temizlenmesi, kışın çatılara (dam) yağan karın temizlenmesi ve akla gelebilecek her işi yapıyorlardı. Talaslı bir yaşlı Türk’ten dinlediğim bir hatırasında;

“Kış gelip kar yağdığında, Ermeni ve Rumların damlarını temizlemeğe giderdik. Bir gün büyük bir evin damını, gardaşımla temizledik. Kan ter içinde kaldık, sırtımdaki göynek terden yapışmıştı. İş bittikten sonra, evin kadını gardaşımla bana bir kete verdi. Evlerimizde kete bilmezdik. Çünkü kete yapacak tereyağı ve malzemesi bizlerde olmazdı. Gardaşım çok sevdiği için ona verdim. Kendisi, keteye kıyamadığı için iki gün boyunca saklamış ve yiyememiş. Ben ise çok terlediğim için üşütmüş ve hasta olmuştum. On gün hasta yattım.”

Bir yerleşim yerini düşünün; bir kesim özgürlük mücadelesi veriyor, bayrağının ve toprağının hür olması için düşmanlarla savaşıyor ve şehit oluyor. Bir kesim hiç bunlardan etkilenmeden, insani zeminde ortaya çıkan bütün fırsatları ve boşlukları değerlendirerek, zamanı  getirdiği bütün iktisadi aktörleri eline geçiriyor. Güç, kudret, şaşaa, gösteriş, otorite ve hegomonya bu aktörlere göre ikametini belirliyor. Bir de bakıyorsunuz göğüs geren, fedakarlık yapan, şehit veren, alın teri döken fakir, muhtaç ve zayıf düşerken, risk almayan ve elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan fırsatçı kesim zengin, güçlü ve imtiyaz sahibi oluyor.

İşte bu ekonomik ve sosyo-kültürel yapı huzuru, barışı, güveni ve dostluğu ne kadar ayakta tutabilir? Ne kadar yaşatabilir ki? Üstelik, bazı kesimlerin hıyanet elbisesini giyinip, hayatlarını buna göre şekillendirmeye başlamışlarsa…

Çarşıda, pazarda, kahvede ve sokakta karşı karşıya gelen insanlar giderek daha az gülümsemeye, daha az selam vermeye ve daha az tevazu göstermeye başlamışlardı. Mahalleler ve sokaklar derin bir bakış açısıyla ayrılmış, kahvehaneler belirlenmiş ve hatta alışveriş yapılan kasap, bakkal gibi dükkanlar dahi belirlenmişti. Ermeniler ve Rumların asıvata yaptıkları yerlere Türkler uğramıyorlar, onlar da Türklerin hayata tutundukları yerlere ayak basmıyordu. Gücü, otoriteyi ve parayı elinde bulunduran Ermeni ve Rumlar yaşantılarını sürdürdükleri caddeye, sokağa ve eğlence yerlerine Türklerin gelmesini istemiyorlardı. Yukarı Talas’ta, Erciyes Üniversitesi’ne bağlı sosyal tesislerin önünden geçen ve “Kordon boyu” denilen yolda, yazları her akşam üstü her yaştan erkek ve kadın yürüyüşe çıkarlarmış. Ermeni ve Rumların gezintiye çıktığında herhangi bir Türkün değil iştirak etmesi, yolun kenarından veya duvarın arkasından bakmasına izin vermezlermiş.

Türklerin üzerinde derin izler bırakan; “bedel ödeyen biz, acı çeken biz, fedakarlık yapan biz olduğumuz halde, fakirliğe mahkum olan biziz ve  itiliyoruz, kötü insan muamelesi görüyoruz ve ekmeğe ulaşamıyoruz” düşüncesi, yeni neslin, gençlerin ve hayata daha idealist bakan yetişkinlerin ilham kaynağı olmuştur.

İşte; böylesine bir 19. Yüzyıl hayatının yaşandığı Talas’ta, 1868 yılında Hekimbaşının Hasan dünyaya gelir. Babasının adı İbrahim, annesinin adı ise Şerife’dir. Talas’ın köklü ve bedel ödeyen ailelerinden birisine mensuptur. Ailesine “Hekimbaşı” denilmesinin sebebi ise, üç kuşak öncesindeki dedesi çok yetenekli, maharetli ve yardımsever bir insanmış. Kendisini kırık, çıkık, burkulma gibi rahatsızlıklarla, tabiatta bulunan bitkilerden ilaç yapımı konusunda iyi yetiştirmiş. Bilgi birikimini ve deneyimlerini tereddüt etmeden herkesle paylaşmış ve kimin başına bir iş gelmişse, kim hastalanmışsa onun yardımına koşan bir insanmış. Bu sebeple; ailesi ve aile efradı “Hekimbaşı” lakabıyla anılır olmuş.

Hekimbaşının Hasan’ın torunu 1945 Doğumlu Atilla Timuçin, benim arkadaşım, dostum ve büyüğüm olup, Kayseri’nin tanınmış sevda şairidir. Yayınlanmış şiir kitapları olan Atilla Temuçin ile yaptığımız sohbetlerde, zaman zaman dedesi olan Hekimbaşının Hasan’ın hayat mücadelesinden, yaşamak zorunda kaldığı sıkıntılardan ve Ermenilere karşı gösterdiği mücadeleden örnekler verirdi.

Dürüstlüğü, samimiyeti, dostluğa verdiği önemi yanında, 19. Yüzyılda Talas’a hakim olan Ermeni ve Rumlara karşı yoksul, fakir, kimsesiz ve mazlum Türkleri savunması, onlara kol - kanat germesi, Türkleri uğradıkları haksızlıklara karşı savunmamsı ve bu uğurda karşılaştığı iftiralar, tutuklanmalar, yaşadığı yerden kaçarak beş yıl boyunca Toros dağlarında yaşamak zorunda kalması, buna rağmen Talas’a olan aşkı, sevdası ve tutkusundan dolayı gelerek, hayatını burada sürdürmesi hep dikkatimi çekmişti.

Diğer Makaleler