Metin KÖSEDAĞ

İZMİR DEPREMİ

MEMLEKETİMİZİN güzel İzmir’inde 30 Ekim’de büyük bir deprem meydana geldi.

Allah depremde yaşamını yitirenlere rahmet etsin, yakınlarına da sabır versin. Elbette İzmir ile birlikte tüm ülkemize de geçmiş olsun.

İzmir depreminden sonra çıkan haberlerde, deprem öncesinde bazı uzmanların bir hafta öncesinde bu bölge hakkında uyarılarda bulunduğunu siz de görmüşsünüzdür.

Hoş, uyarılar dikkate alınsa idi o kadar binadan, o kadar insan tahliye edilebilir miydi o da ayrı soru.

Hoş, daha depremin şiddetiyle ilgili spekülasyonlar halâ sürüyor.

Enkaz kaldırma çalışmaları bitmemişken, İzmir’de gökdelen inşaatlarının devam ettiğini de gördü bu ülke.

Bu; hoş diye başlayan cümleler uzar, gider. Benim asıl üzerinde durmak istediğim mesleğimle de alakalı olan kısım; yani depreme dair yapılan haberler.

Enkaz altından çıkan canlar bizi sevindirdi, arama kurtarma ekibindeki sessiz dostlarımızın, enkaz altındakilerin ellerini tuttuğu fotoğraflar gözlerimizi yaşarttı.

Öte yandan, depremden etkilenenlere gönderilen yardım battaniyelerini alıp gidenler de canımızı yaktı.

Enkaz çıkarma çalışmasında bir grup basın mensubunun, sosyal medyaya düşen; çalışmaları neredeyse engelleyecek biçimde enkaz üzerine topluca koşmaları da çok canımızı sıktı.

Enkaz altından 91 saat sonra çıkarılan Ayda bebeğin köfte istediği dakikaları hiç söylemiyorum bile.

Ancak ondan sonra sosyal medyada yayınlanan köfte işletmelerinin paylaşımları insanlığımızı sorgulattı.

Bütün bunlar, bütün bunlarla birlikte olayın üzerinden siyaset devşirenler de az ya da çok haberlere yansıdı.

Ancak enkaz çalışmaları sırasında yapılan habercilikte sınıfta kaldık. ‘Mucize’ başlığı atılmadık haber neredeyse kalmadı.

Elbette, her meydana gelen Allah’ın bilgisi dahilindedir ama haberlerdeki bu çok popüler söylemler, İzmir’de deprem sonrasında yaşananlara dair gerçeğin üzerini örttü.

O haberler, bu kadar popüler bir söylemle verilmek yerine, enkaz altından sağ çıkanların, nasıl sağ kalabildiklerine, depremin İzmir’i neden bu kadar etkilediğine odaklanılsa, buna dair uzman görüşleri yayınlasa gerçekten ‘kamu yararı’na gazetecilik yapılmış olurdu.

Elbette, yine de, ‘yaşam üçgeni’ diye bir tanım İzmir depreminden sonra hayatımıza girdi. Bu da yine medya sayesinde oldu ama unutmaya çok yatkın olan toplum belleğinde, gerçeği örtbas eden bir dil kullanılmak yerine, bu tür detayları hatırlatan daha temiz habercilik yapılması tercihimiz olur.

Hangi kentsel dönüşüm, hangi zihniyet?

İzmir’de meydana gelen deprem sonrasında eski ve kullanışsız binalar konusuyla birlikte kentsel dönüşüm konusu da tekrar gündeme geldi.

Kentsel dönüşümün önemini anladık bir yerde.

Ama hangi kentsel dönüşüm diye de sormadan edemiyor insan.

Hemen yanı başımızda Sahabiye Kentsel Dönüşüm örneğinde, görüyoruz ki yüksek katlı binalar yapıldı. Peki, deprem ülkesi Türkiye için bu binalar ne kadar uygun?

Ne kadar sağlam yapılsa da, İzmir’deki gibi 6.9 şiddetinde bir depreme dayanabilir mi?

Bu sorulara yanıt bulunması, kentsel dönüşümde daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da dile getirdiği “yatay yapılaşmaya gidilmesi” önem kazanıyor işte burada.

Tabi, bir de kolonlar sorunu var. İzmir’de yıkılan bazı binaların yeni olduğunu gördük.

Yıkılma nedeni bina altına yapılan iş yerleri için “kesilen kolonlar” idi.

Dolayısıyla tek sorun eski bina sorunu falan değil. O kadar bina yenilense, bu kadar insanın o kolonları kesmeyeceğini nasıl garantileyeceğiz?

O nedenle asıl sorun “zihniyet sorunu…”

Diğer Makaleler