KARA TREN

Uzayıp giden oy! Tren yolları” şarkısı, rahmetli Abdullah Yüce’yi hatırıma getirir... Bir de altmışlı yıllarda seyahat ettiğimiz trenleri, demiryollarını...  Tabii,  “Kara tren gelmez mola /Düdüğünü çalmaz mola” türküsünü de... “Kara tren gecikir /Belki de gelmez” çok sonraları yakıldı…

 

Kara treniyle”, binasıyla, makinistiyle, şef treniyle, kondüktörüyle hareket memuruyla, makasçısıyla, “Vagon Lee”siyle; tekerlek tıkırtıları ve düdük sesleriyle, tıka basa dolmuş yük ve eşya vagonlarıyla Devlet Demiryolları bir anılar yumağıdır bizler için...

 

Bunlar, hayatımızın birer parçasıydı; bizim ve önceki neslin üzerinde, derin izler bırakmıştı; bir anısı olmayana pek rastlayamazsınız... Bu nedenle, demiryolunu, Erkilet altına ötelemek isteyenleri affetmeyecek, tarih… Naklin, yaratılan rant dışında, gerekçesini hala anlayabilmiş değilim…

 

Şimdilik durdu yapım işi. Sanırım, demiryolu “Engir Gölü” bataklığına saplandı… Neyse!

 

Otogarve hava limanları için yazılmış bir şiir ya da yapılmış bir beste ya da bir tv programına hiç rastladınız mı? Bilmiyorum. Ama posta, postacı, telefon, telgraf, kara tren, “tren yolları” v.s için güzel örnekler var...

 

İstasyonda, trenin gelme vakitleri “volta atmak!” büyük bir keyifti... Keyif verirdi, insana... Garda bulunan lokantada oturup, “iki tek” atmak da... Trenin ayrılma vakti geldi mi, hüzün çökerdi, içinize... “Bir hüzün çöktü yine gönlüme, akşamla benim” hüzzamındaki gibi...

 

Öğrenciyken İstanbul’a genellikle Doğu ya da Kurtalan Ekspres’i ile giderdik, 23-24 saatte... Doğu Ekspresi Kars’tan gelirdi... Kurtalan ise adı üstünde, Kurtalan’dan... Bir de Adana’dan gelip İstanbul’a giden bir de Güney Ekspresi vardı... Bu, Boğazköprü’de aktarma yapardı... Bu nedenle de bizler için pek câzip değildi... Sadece Adana-Ankara arasında çalışan kırmızı renkli “Mototrene” binmek, bununla seyahat edebilmek bir ayrıcalıktı...

 

Hep “kuşetli bileti” alırdık... Yataklıya gücümüz yetmezdi!.. Bir kompartıman altı kişilikti... Oturaklar yeşil deridendi... Cam kenarında açılır-kapanır sehpalar vardı... Üstünde hem “yol azığını” yerdik hem de kağıt oynardık...  Yatma vakti koltuklar açılır, sağlı sollu deri yatak oluşurdu... Ceket ya da palto yorgan; kaşkol ya da kasket yastık yerine kullanılırdı...

 

Ama ben bir türlü uyuyamazdım. Gecelerin ne denli uzun olduğunu o zaman anladım. Çoğu zaman, “horlama” sesi duymamak için koridora çıkar. Orada bulunan oturağa oturur, kapkaranlık, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırı seyrederdim. Arada bir gözüken “ülfezik ışıklı” köyler rahatlatırdı insanı.

 

Tabii, o yıllarda (1960 başı ve önceleri) Kayseri’ye, ulusal gazeteler iki gün gecikmeli gelirdi. Trende okurduk bunları. Öyle ya, zaman geçmek, “teker tıkırtısı” bitmek bilmezdi. Duran istasyonlarda, okunmuş gazeteleri, “gazete, gazete!” diye vagon pencerelerine uzanan çocuklara verirdik.

 

Çoğu zaman, İstanbul’a dönecek arkadaşlarla birlikte hareket ederdik. Aynı güne bilet alırdık… O nedenle, en az 23-24 saat süren tren arkadaşlığı bir başka olurdu… Nasıl paramız olmadığı için “yataklı” da gidemezsek, yine paramız olmadığı için, tren lokantasında yemek yememiz imkansızdı. Yanımızda götürdüğümüz nevaleyi yerdik.

 

 “Kiziroğlu Mustafa Bey” türküsünü derleyen rahmetli Murat Çobanoğlu ile aynı kompartımanda seyahat ettiğimi, hatırlıyorum... O, Kars’tan geliyormuş; Ankara’da indi, biz ise İstanbul’a devam ettik... Birlikte geçen 9-10 saatlik yolculuk süresinde epey “çalıp, çığırmıştı:”

 

Kim bilir? Belki de, “Kiziroğlu Mustafa Bey’i” ilk dinleyenlerdenim... Yanlış anımsamıyorsam, Erzurumlu Âşık Reyhâni de vardı... Ankara’ya bir “yarışmaya” gidiyorlarmış...

 

O tarihlerde “ekspresler” “motorlu”dan sonra en hızlı tren olmasına rağmen yine de “ışık gördüğü“ her istasyonda dururdu... Bazen, saatlerce... Karşıdan geleni beklerdi... Bu istasyonlardan birisi ise “Fakılı” idi... “Konken” oynarken kağıt atmak için biraz fazla bekleyenlere, “Fakılı İstasyonu gibi!” benzetmesi, bu sebepten...

 

Elmadağ’ın rampası ve tünelleri, insanın içerisine bir kasvet çökertirdi... Genellikle “hırsızlar!” bu rampanın gelmesini beklerler ve insanları “çarpmalarıyla!” trenden atlamaları, bir olurdu...

 

Akşam geç vakitlerde pırıl pırıl Ankara Garı’na girerdik... Ankara’dan sonra genellikle uyulurdu... Neredeyse elli yıldır seyahat ederim, yolculukta uyuduğumu pek hatırlamam... Hele bir de teker tıkırtısına, horlama sesi karışırsa... Tıkırtı sayarak geçirirdim, uzun bir geceyi...

 

 “Horul horul” uyuyanlar gözünü Eskişehir Garı’nda açardı; sabaha karşı... Mahmur gözle biraz temiz hava almak ve kısa sürede bir “salep” içmek, insanı rahatlatırdı... Taze bir “gevreğe” ise hiç doyum olmazdı...

 

Tren, şafak vakti Eskişehir’den ayrılır, yılankâvi hareketlerle ovada, Adapazarı’na’e doğru yol alırdı... Bu bölgede kompartımandan çıkar, dar koridorda, pencereden uzakları seyrederdim... Kâh Osmanlı’nın kuruluş günlerini; kâh Milli Mücâdele’yi anımsayarak... 

 

Ârifiye, Sapanca, Adapazarı, İzmitderken İstanbul’unhavasını teneffüs etmeye başlarsınız...  Artık istasyonları sayma zamanı gelmiştir... Tuzla, Pendik, Kartal, Cevizli, Maltepe, Bostancı, Suadiye, Erenköy, Göztepe derkenHaydarpaşa. Ve karşında mütevazi Topkapı ve haşmetiyle Sultanahmet ve Süleymaniye...

 

Elinde valiz ve yatak/yorgan dengi…Binersin Haydarpaş’dan vapura… İnersin Karaköy de… Tekrar binersin taksiye beş lira verip, vasıl olursun, Çapa yurduna… Vakitte de öğledir, artık...

Diğer Makaleler