Kayseri'nin şeker hikayesi (1)

Anadolu’nun en önemli yerleşim yerlerinden birisi olan Kayseri, altı bin yıllık süreç içerisinde, hep önemli bir şehir olmuştur. Stratejik konumu ile bünyesinde barındırdığı zorluklar ve zenginliklerde, macerasını burada sürdüren insanlara imkan olmuş, fırsat olmuş ve ilham olmuştur.

            Bu topraklarda dünyaya gelmek; bir şans olarak, bir fırsat olarak görülebilir. Ancak, bu topraklara hakim olmak ve baki kalmak ise bir sanatı, bir ustalığı ve bir mahareti gerektirmektedir. Donanımı, bilgi birikimi ve hayata bakış açısı itibariyle, sürekli zamanın önünde giderek, zamanı belirleyen toplumlar daimi kalmışlardır.

            Buna rağmen; ezelden ebede giden zaman müddetince, bu topraklarda onlarca medeniyetin ayak izini, hatırasını ve geride bıraktıklarını görüyoruz. Bu noktada, ortaya çıkan hareketlilik ve renklilik, bu toprakların önemini bir kat daha artırmaktadır.

            Bütün bunların yanı sıra; Ali Dağı’nda, Yılanlı Dağı’nda ve Hıdrellez Tepesindeki Tümülüslerde metfun olan insanlardan başlayarak, Gevher Nesibe Hatun’un aşkı, bu aşkın ruhunda estirdiği fırtınalar ve bu fırtınaların bedeninde meydana getirdiği tahribata,  Selçuklu Hükümdarı Alaeddin Keykubat’a, Selçuklu Sultanı Hunat Hatun’a, Seyyid Burhaneddin Tirmizi Hazretlerine ve günümüze kadar geçen sürede, insana ait o kadar çok bilgiye ihtiyacımız var ki…

            Bilinmezlik, insanların ruhunda ve yaşama şeklinde belirsizliğe ve ilkesizliğe sebep olmaktadır. Yerkürede tesadüfen yaşayan kalabalıkların, doğuş sebebi buraya dayanmaktadır.

            Yaşam maceralarını Kayseri’de sürdüren bu insanlar ne yerdi? Ne içerdi? Ne giyerdi? Nasıl aşık olurlardı? Aşklarını nasıl dillendirirlerdi? Hangi türküleri okur, hangi şiirleri yazarlardı? Nasıl kavga ederlerdi? Ne üretirlerdi? Ürettiklerini nasıl ve kaç paraya satarlardı? Yoksula, yetime ve kimsesize hangi gözle bakarlardı? Parayı nasıl kazanırlardı? Hangi işlerin peşinde koşarlardı?

            İşte; geriye dönüp baktığında, çok bilinmezliğe sahip olan toplumların az okuduğunu, az yazdığını, az soru sorduğunu, çok dedikodu yaptığını ve kısacası dünya medeniyetine katkıda bulunmadıklarını görüyoruz. Bu durum ise, o kalabalığın  dünya platformundaki yerini belirlemiş oluyor.

            Fazla uzağa gitmeden, üzerinden henüz yüz yıllık bir süre geçmemiş olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kayseri ziyaretlerini ele alalım. Gazi, ilk kez 19 Aralık 1919 yılında Kayseri’ye gelmiştir. Bu ziyareti üç gün sürmüştür. Daha sonraki zamanlarda; Atatürk, çeşitli sebeplerle dört kez daha Kayseri’yi ziyaret ederek, bu kutsal topraklardaki vazifesini yerine getirmeye çalışmıştır.

            Bu tarihi süreç yaşanmış ve geride kalmıştır. Ama, bugünkü medeniyetimiz açısından son derece önemli adımların atıldığı ve çok şey borçlu olduğumuz, bu ziyaretleri, bu güne kadar nasıl algıladık? Nasıl değerlendirdik? Ufkumuzu ve gönlümüzü aydınlatabildik mi? Bir şehir, bir topluluk ve bir millet açısından önemli olan bu ziyaretleri filmini yapabildik mi? Belgeselini hazırlayabildik mi? Romanlaştırabildik mi?

            Atatürk’ün ilk ziyaretinde, Kayseri eşrafından Raşit Ağa’nın konağında kalmıştır. Diğer ziyaretlerinde nerede kalmıştır? Bu ziyaretlerde hangi yemekler yenilmiştir? Bu yemekler nasıl hazırlanmıştır? Mantı, pastırma ve sucuğun haricinde, hangi Kayseri yemekleri ön plana çıkmıştır. Tatlı olarak ne ikram edilmiştir. Aside mi? Nevzine mi? Yoksa pekmez helvası mı? Kahveler içilmiştir, ancak çay ikram edilmiş midir? 1919’lu yıllarda çay var mıydı? Var ise şeker olarak ne kullanılıyordu? Veya Kayseri sofrasının vazgeçilmezlerinden olan aside, nevzine ve helvada, tatlandırıcı olarak ne kullanılıyordu.

            Şu anda; kolay ve bol para kazanan, birbirinden donanımlı ve şatafatlı lüks evlerde oturan, her aile efradı için son derece pahalı otomobilleri bulunan bir toplum, 100 yıllık geçmişini okuyamıyor, anlayamıyor ve anlatamıyorsa, o kalabalığın “insani problemleri” var demektir.

            Bütün bunları bir yana bırakalım, geri kalmış toplumların en belirgin özelliklerinden bir tanesi de, baba ile oğul, dede ile torun, nine ile gelin arasındaki bağlantı eksikliğidir. Bu hususu, daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, aynı çatı altında yaşamalarına ve aynı zaman dilimini paylaşmalarına rağmen, kültür alışverişinde bulunmamış olmaları ve böyle bir kaygı taşımamaları, asıl “sosyal çürümenin” sebebi olarak ortaya çıkmaktadır.

            Keşke her ailenin bir arşivi ve günlüğü bulunsa. Aile büyükleri hayatlarındaki önemli dönemleri, yemelerini, içmelerini, eğlencelerini, kavgalarını, mutluluk sebeplerini ve gözyaşlarının kaynağını not etmiş olsalardı.

            Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, 19 Aralık 1919 tarihinde üç gün boyunca evinde misafir eden Raşit Ağa, keşke bu üç günü bir yerlere not etseydi. Veya, Kayseri heyetinde bulunanlardan bir kaçının yazma alışkanlığı olsaydı. Atatürk’ün çalışma arkadaşı ve Heyet-i Temsiliye Üyesi olan Mazhar Müfit Kansu’nun hatıralarından, bazı bilgileri öğreniyoruz. Ama, burada asıl olan, Kayseri eşrafından birilerinin devreye girip bu ziyareti ve diğer ziyaretleri, gelecek nesillere miras olarak bırakabilmiş olsalardı.

            Bir milletin damak tadı, gönlünün coşkusudur. Mutfağının çeşitliliği, tefekkür dünyasının zenginliğidir. Ne yediğini ve içtiğini bilen insanlar, nasıl konuşacağını da bilirler. Yeryüzünde mutfağı güçlü olup da, geri kalmış bir toplum gösteremezsiniz. Buna bağlı olarak da, günümüzde mutfak araç, gereç donanımı ile mutfak ve sofra aksesuarlarını hangi milletlerin ürettiğine (geliştirdiğine) bakarak, konuya bir anlam kazandırabiliriz. 

Diğer Makaleler