Kayseri Türküleri ve Mataklar Türküsü (2)
Kayseri, 1597 – 1606 yıllarında ortaya çıkan Celali isyanlarından başlayarak, Cumhuriyetimizin kuruluşuna kadar bir yönetim, kanun, nizam, düzen, adalet, barış, huzur ve güven eksikliği yaşamıştır. Hemen hemen üç yüz yıl boyunca süren mütegallibe, eşkıya ve bunlarla işbirliği yapan yöneticilerin zulmü, halkı canından bezdirmiş, hayata küstürmüş ve insanlar göç etmek zorunda kalmıştır.
Üç yüz yıl boyunca devam eden ve geride çok çirkin hatıralar ile kötü izler bırakan bu olaylarda mazlumların, kimsesizlerin, fukaraların ve yetimlerin gözyaşı ve feryatları saklı kalmıştır. Kayseri’nin karanlık tarihi olarak saklanan ve kimsenin görmek istemediği bu gözyaşı ve feryatların türkülerimize yansımaması, türkülerle dillendirilmemesi de düşündürücüdür. Bu dönemde yaşayan söz ve taşlama ustalarından Aşık Seyrani ve Molulu Revai Baba, yaşanan olayları dizelerine taşıyarak, fakir fukara insanların nasıl soyulduğunu günümüze armağan etmişlerdir. Bu dönemi Aşık Seyrani;
Eyvah fukaranın beli büküldü
Medet ticaretin gücüne kaldık
Eyiler alemden göçtü çekildi
Bizler zamanenin piçine kaldık.
Dağa çıksam, ayısı var kurdu var
Düze insem, sıtması var derdi var
Köye varsam, tahsildar da vergisi var
Şaştım ağam bu salgının elinden.
Balmum yandırıp bezire kadar
Aradım beşirde nezire kadar
Yokladım vezirden kizire kadar
Bana zulmetmedik zalim kalmadı.
Mahkeme meclisi icat olduğu
Çeşme-i rüşvetin akmaklığından
Kaza bela ile alem dolduğu
Kazların kadıya uçmaklığından.
Müdahin olmasa âlemde âlim
Ne haddi zulm etmek mazluma zalim
Zalimler zulmünden sabra mecalim
Kalmadı ya Rabbi bende el-aman.
Molulu Revai Baba ise;
Mültezimler kol kol gezer harmanı
Gören çiftçinin kalmaz dermanı
Kadınlar elinden atar kirmeni
Azrail’in can yoldaşı mültezim.
Bedri ottan bile alırlar pacı
Genç ihtiyar demez çalar kırbacı
Öşür-hezir derdi yürekte sancı
Kuru içinde yakar yaşı mültezim.
Bir şehirde hayat bulan ve anlam kazandığı ifade edilen tiyatroda, resimde, şiirde, öyküde, romanda ve müzikte bu konular işlenmezse, bu konular ele alınmazsa, bu konular sosyolojik açıdan değerlendirilmezse, o şehir kültürünü nasıl yaşayacak? Veya o şehre nasıl kalkınmış ve gelişmiş bir şehir diyeceksiniz? İşte; bu çizgide, yüksek binalarınız, lüks otomobilleriniz ve gelişmiş alış veriş merkezleriniz olabilir, amma ve lakin ruhu olmaz, özü olmaz, ışığı olmaz, cilası olmaz… Bugün yaşadığımız memnuniyetsizliğimiz ve mutsuzluğumuzun altında bu yatmıyor mu? İki insanı (biri zengin, diğeri fakir) bir araya getirerek, sosyal bir davanın (sağlıklı çevre, tarihi eserlerin korunması, çarpık yapılaşma, hukukun eşit uygulanması, gelir dağılımındaki adaletsizliğe son verilmesi, yeşilin korunması vb.) takipçiliğini yaptırabiliyor musunuz? Bırakın bu ulvi konuları, o iki insana hatırını sorduramıyor, selam verdiremiyorsunuz. İşte, toplum olarak duvara tosladığımız yer, burası değil mi? Bu iki insan tipinin neşeyle dolacağı ortak türküsü yoksa, bir resimden aynı enerjiyi alamıyorlarsa, bir tiyatronun mesajını paylaşamıyorlarsa, bu kalabalığın varacağı yer neresi olur?
Oysa ki, Türk Milleti tarihi süreç içerisinde sevincini, hüznünü, kederini, acısı ve gözyaşını şiirlerle, türkülerle, manilerle, destanlarla ve deyişlerle canlı ve diri tutmuş, diyardan diyara ulaştırmış ve insanları bilgilendirmiştir. Bu yapıyı çok iyi analiz eden şairlerimizden Bedri Rahmi Eyüboğlu, türkülerin sosyolojik gücünü şu şekilde ifade etmiştir;
Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter, dağ dağ yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz
Ah bu türküler, köy türküleri,
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil
Türkülerde ara Yemen’i
Öleni, kalanı, gelip gelmeyeni
Ben türkülerden aldım haberi
Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar
Mis gibi toprak
Hilesiz, hurdasız, çırılçıplak.