Kayseri Türküleri ve Mataklar Türküsü (3)

Türküler, destanlar, atasözleri, maniler ve fıkralar toplumumuzun çimentosu gibidir. 1970’li yılların ortalarına kadar, köylerde ağıtçı (ağıt yakan, ağıt okuyan) insanlar, şehirlerde ise destancı (toplumsal bir olayı şiirize ederek okuyan kimse) insanlar vardı. Bunlar günümüzün hem şair, hem tiyatro, hem ses sanatçısı hem de meddahlık yapan sanatçıların görevlerini yerine getiriyorlardı.

Ağıtçılar, vefat eden kimsenin özelliklerini alarak, neden öldü, hastalığı neydi, ne kadar hastalık çekti, geride kimleri bıraktı, zengin miydi, fakir miydi gibi soruların cevaplarını alır ve o insanın macerasını dizeler halinde aktarmaya başlardı. Bu işi yaparken, ne kadar çok göz yaşı döktürürse o kadar başarılı olmuş sayılırdı.

Destancı insanlar ise, toplumda yaşanan sosyal içerikli bir olayı (afet, kaza, ölüm, cinayet, intihar ve benzeri olayları), belli kalıplar çerçevesinde destanlaştırarak, çarşıda pazarda okurlar ve olayın dilden dile dolaşarak, geniş kitlelere ulaşmasını sağlarlardı. Böylece insanlar, hem bilgi sahibi olurlar hem de, bu ibretlik olayı iyi analiz ederek yaşantılarına çekidüzen verirlerdi. 1970’li yılların başında, destan okuyan insanlar, omuzlarında bir megafon sistemiyle Bankalar Caddesi, Kapalı Çarşı, Kazancılar Çarşısı ve Kalenin içinde dolaşarak, destanlaştırdıkları olayı okuyarak duyurduklarını hatırlıyorum. .

Halk kültürünün dinamiklerini, gelişen zaman dilimine hükmeden teknolojiyle barıştıramayan, bir başka deyimle teknolojiyi para sayarak alan toplumlarda, her şeyi hafife alan, gayri ciddi ve alaycı bir zaman dilimi ortaya çıkmıştır.  Bu süreç; bir nevi ahlaki yozlaşmanın ve kültürel kirlenmenin son aşaması olan “sosyal çürümeyi” işaret etmektedir. Bugün çarşıda, pazarda, işyerlerinde, stadyumlarda, badethanelerde ve benzeri yerlerde sosyal çürümeyi yaşamıyor muyuz?

Rahmetli babam Mehmet Elden, Karacaoğlan’ın türkülerini çok severdi. Efkarlandıkça, Karacaoğlan’dan bir türkü okurdu. Günümüz sanatçıları ve müzik eserleri ile ilgili olarak da, Karacaoğlan’ın bir sözünü bizimle paylaşırdı. “Karacaoğlan demiş ki, benden sonra gelecek sanatçılar, analarının uçkurunu türkü yapıp söyleyecekler!”  

Türk insanının sosyal hayatında önemli bir yeri olan ve vazgeçilmez ilham kaynaklarından olan türkülerimizin, bugünkü yürekler acısı hali, tam da Karacaoğlan’ın uyarısıyla örtüşmüyor mu? Sanatçılarımızın kısırlığı, kültürümüze olan yabancılaşma ve ortaya çıkan birbirinin tekrarı gibi “abudik, gubidik… gaydırı gobbak…lay lay lom… attı tuttu geldi gitti…araba boş, hemen koş…” çalışmaları birer türkü mü? Eser mi? Bu müzik anlayışıyla toplum, hangi ideale kanalize olabilir? Ruhunun gıdasını bu müzikle temin eden bir kalabalığın, davası ne olabilir ki?

Sonuçta yaşamak ciddi bir iştir. Dünyaya insan olarak gelmek bir şans olduğu gibi, bu şansı “büyük sanatçıya” yakışır şekilde, bir sanatçı edasıyla icra etmek zorundayız. Şu anda dünyada iki çeşit toplum düzeni var. Birincisi, bu ciddiyeti fark etmiş, yakalamış, özümsemiş ve bu sayede gelişmiş toplumlar. Diğeri ise “her şeyi hafife alan, alaycı kültürü” benimsemiş, geri kalmış ve her geçen gün köleleşen toplumlardır.

Bir insanın okuduğu şiir, dinlediği müzik, kahkaha attığı fıkra ve meramını ifade ederken kullandığı atasözleri, o kişinin gelişmişliğini, insani çizgisini ve medeniyet anlayışını gösterir. Bu gelenek, bütün dünyada böyledir. Bu sebepledir ki, insanın donanımı, bilgi birikimi ve üslubu, toplumun sigortası niteliğindedir.

Diğer Makaleler