Kayseri Türküleri ve Mataklar Türküsü

Eğitim, bilim ve kültürde inkişafını sağlamış toplumlar mı, uzun ömürlü olurlar? Yoksa,  çok kalabalık ordulara sahip olmak mı, bizi gelecek zaman dilimlerine taşır? Veya para kaynaklarını ele geçirerek,  zenginliğe kavuşmak mı mevcudiyetimizi daim kılar?

İnsanlık alemi; yeryüzündeki macerasında, hep bu sorularla karşılaşmış ve cevaplar aramıştır. Gelmiş olduğumuz noktada; duran, duraksayan, rehavete kapılan ve bıkkınlık gösteren toplumlar, ya köleleşmişler ya da müzelerde, ibret vesikası olarak durmaktadırlar.

Eski Yunan medeniyetinden tutun da, Roma, Selçuklu, Osmanlı, Moğol ve İslam medeniyetinin özünde, bu soruların ardı arkası gelmeyen çeşitlerini ve cevaplarını görebiliriz. Fazla uzağa gitmeden, son 100 yıl içerisinde yaşamak zorunda kaldığımız iki dünya savaşının ana platformu ve sahnede rol alan aktörleri olarak kabul edilen Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupa ülkelerine dikkat çekmek istiyorum.

Makasın ağzını (zaman dilimi) daha da daraltarak ifade edelim ki, konuyu daha iyi izah etme şansımız artmış olsun. 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı ile 1945 yılında sona eren İkinci Dünya savaşı arasında geçen 31 yıllık süre içerisinde, milyonlarca insanın ölmesi, şehirlerin yerle bir olması, alt yapıların yok olması ve fabrikaların ortadan kalkmasına rağmen, bir de bakıyorsunuz on yıl içerisinde bu ülkeler, yine ayağa kalkıyor, yine güçlü bir ekonomiye sahip oluyorlar ve yine bütün dünyaya sahasında birinci sınıf otomobil, uçak, gemi, ve en önemlisi kimsenin farkına varmadığı taze, canlı ve her yerde kullanılabilen “bilgiyi” satmaya başlıyorlar.

Şarklı toplumların, bu manzara karşısında, ortaya koyabildiği  “vay be!”

refleksinden başka, elinde bir sermayesi bulunmamaktadır. Hayret etmek ve karşısındaki ışığın aydınlığını kabul etmekten öteye gitmeyen bir “labirent medeniyeti” adı altında yaşanan modern köleliğin, ulaşmış olduğu en son safhayı göstermektedir. 

            Burada sorulması ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken konu, Roma, Selçuklu, Osmanlı, Moğol ve İslam medeniyeti yeniden toparlanarak ayağa kalkamazken, Avrupa’daki aktörler ile bunların uzantıları niteliğindeki Japonya, Rusya, Çin ve Kore gibi ülkeler, kısa zaman içerisinde bu işi nasıl başarıyorlar? Bizden ayrılan özellikleri nelerdir? Onlar neyi bizden daha iyi yapıyorlar? Biz hangi konuları ıskalıyoruz?

            Otuz bir yıl içerisinde, iki defa dünyaya kafa tutan, meydan okuyan ve çok ağır bedeller ödeyen bu ülkelerin, bizden farklı olan ancak birbirlerine çok benzeyen ortak özelliklerini ifade edecek olursak;

  1. Bizim bir türlü kuramadığımız ve yabancısı olduğumuz,  evrensel değerlerle faaliyet gösteren, güçlü bir üniversite gerçeği.
  2. Çok okumaları ve çok yazmaları.
  3. Sanatın bütün dallarına (resim, heykel, müzik vb.) büyük destek vermeleri.

Şimdi; diyebiliriz ki, bunlardan bana ne kardeşim, benim köklü bir tarihim, şanlı bir geçmişim var, benim dedemin babası kim biliyor musun? Benim dedemin babası üç dil bilen müftüydü! Böyle bir savunma, insana hiçbir şey kazandırmazken, yukarıda saydığımız üç maddelik özelliklere sahip bir toplumda neler değişiyor, biliyor musunuz?

  1. Hür düşünce berraklaşıyor
  2. Adalet duygusu gelişiyor
  3. Fırsatçılık ve nemelazımcılık azalıyor
  4. Dünyaya insan olarak gelmenin içini dolduruyorsun

Kalkınmışlığın ve refah seviyesini artırmanın cevap anahtarı, bu üç maddelik formülde gizlidir. Bu formülü hayata aktarmak için, neler yapılması gerekir bellidir. Asıl olan, bu cevap anahtarını, hayatımıza adapte ettiğimizde hangi şehrimiz ayakta kalır? Hangi müessesemiz aldıklarının karşılığını verir? Hangi insani zenginliğimiz,  evrensel çizgide yer bulur? 

Diğer Makaleler