AYASOFYA VE CUMA HUTBESİ

Diyanet İşeri Başkanı Ali Erbaş, Ayasofya’nın yeniden camiye dönüşmesi nedeniyle bir “hutbe” okudu… Ama sitelerinde verilen “Cuma Hutbesi: ‘Ayasofya: Fethin Nişanesi, Fatih'in Emaneti’ başlıklı hutbe ile pek alakası yoktu… Neden? Yoksa, “ulul emri” görünce mi aşka geldi, hazret? Bilemiyorum,

Metinin başında da, doğruluğu tartışılan yani din dili ile “mevzu” olduğu, vakti zamanında, İstanbul’a sefer düzenleyen, hepsinde de yenilen, Emevi komutanlar ve askeri “gaza getirmek” için “uydurulduğu” söylenen;  “Konstantiniyye mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır! Ve o asker, ne güzel askerdir!” (Ahmet b. Hanbel, Müsned IV, 325), hadisi bulunuyor.

***

Günümüzde bu hadisin, “uydurma” olduğu konusunda, “mektepli” ilahiyatçılar arasında, neredeyse ittifak var… Hadis kitaplarında geçen bunun Hicri 120’li yıllarda, tek kişi ve onun oğlu tarafından verilmiş olması, bu tezi doğruluğu için bir karine olarak ileri sürülüyor. İşin daha da ilginci, bu zat, ömrünce sadece “tek bir hadis” rivayet etmiş, o da buymuş…

***

Peki, adeta “Akıncı” gibi hutbe irad eden, tefsir ve dinler tarihi profesörü, bunu bilmez mi? Dik alasını bilir. Ama devre uygun konuşma gibi bir misyon üstlenince, böyle bir tablo çıkıyor ortaya…

***

Tabii, hazret, bununla da yetinmiyor, sağ mı yoksa sol elinde mi olduğu belli olmayan, kılıç ile bu hutbeyi verdi. Sağ ve sol el, simgeymiş… Uzmanlar böyle diyor… Birisinde olursa barış, diğerinde olursa savaş çağrışımı yaparmış… Yine uzmanlardan öğreniyoruz ki, “kılıçla” konuşma/hutbe bir Moğol/Türk geleneği imiş, İslami falan değilmiş…

Ali Bey, hutbesinde; “…Fatih Sultan Mehmed Han, gözbebeği olan bu muhteşem mabedi kıyamete kadar cami olmak kaydıyla vakfedip müminlere emanet bırakmıştır. Bizim inancımızda vakıf malı, dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar. Dolayısıyla o günden bugüne Ayasofya, sadece ülkemizin değil, aynı zamanda ümmet-i Muhammed’in harim-i ismetidir.”

***

Beyefendinin “lanet” göndermesinin adresi belli: İstanbul’un ikinci fatihi, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, katıksız bir “Türk Milliyetçisi” Mustafa Kemal AtatürkAtatürk düşmanlığı ile müseccel Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’na kadar zevata teşekkür eden zatın, Mustafa Kemal’e lanet okuması çok doğal…

***

Hiç yadırgamadım… Hiç de kızmıyorum… Amma lakin, bu coğrafyada bağımsız bir “Türk devleti” kuran Mustafa Kemal’e bunca hakaret yapılırken, MHP’nin ve buna gönül veren “ülkücülerin” sessiz kalması beni giryan ediyor… Bakalım, tarih bu ihanete çanak tutanları nasıl anacak?

***

Ali Bey devam ediyor, elinde kılıç ile: “…Ayasofya, İslâm’ın engin merhametinin bir kez daha dünyaya ilan edildiği yerdir. Fetihten sonra Ayasofya’ya sığınıp, haklarında verilecek hükmü endişe içinde bekleyen ahaliye Fatih Sultan Mehmet: ‘Bu andan itibaren özgürlüğünüz ve hayatınız hakkında korkmayınız! Kimsenin malı yağma edilmeyecek, kimse zulme uğramayacak, hiç kimse dininden dolayı cezalandırılmayacaktır’ demiştir ve öyle de yapmıştır. İşte bu vesileyle Ayasofya, inanca saygının ve birlikte yaşamanın en büyük tecrübesinin gösterildiği, yaşandığı yerdir.”

***

Şimdi hazrete şunu söylüyorum: Ganimetin de hak olduğu bir savaş söz konusu… Fatih bunu ve aksi durumda leşkerinin savaşmayacağını bilmiyor mu? Elbette biliyor… O nedenle, tarihi kayıtlarda belirtildiği gibi “üç gün yağmaya!” izin veriyor…

***

Yani Yüce Fatih’in; “Kimsenin malına dokunulmayacak, kimse zulme uğramayacak!” sözü palavradır… Yalandır, işin doğasına aykırıdır…

***

Yine hazret: “Ayasofya, İslâm’ın engin merhametinin bir kez daha dünyaya ilan edildiği yerdir!”, diyor elinde kılıçla… Bunda bir çelişki yok mu? Bir yanda “merhamet”, diğer yanda “kılıç”… Bir araya gelmeyecek iki simge…

***

Bakınız, “merhametten” söz eden birisi göğsüne ya “remzi Muhammedi” kabul edilen bir “gül” ya da barışın sembolü bir “zeytin dalı” takar… “Aba altından sopa göstermez!” Öyle değil mi? Ama hayır, arkadaş, bir “Akıncı mensubu” ya da “militanı” gibi sefere çıktığından, “kılıcı” seçiyor. Kime karşı “kılıcı” çekiyor: “Lanetli adama!”

***

Gelelim vakfiyede geçtiği söylenen “lanet” sözüne: İşte bu benim Ayasofya vakfiyem. Dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse Allah’ın, peygamberin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun”

***

Bu doğru değilmiş. Ayasofya vakfiyesinde geçmezmiş. Vakfiyede ağırlıklı olarak para ve mala taalluk eden hükümler varmış.

***

Vaktiyle, sekiz yıl kadar önce, Haber Türk’te, şimdi Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Kurulu Üyesi Murat Bardakçı: “Fatih’in Ayasofya Bedduası” diye bir şey yok derken; “böyle bir geyik almış başını gidiyor” ifadesini kullanmış.

***

Anlaşılan şimdi ki pozisyonu gereği yeni yazısında buna değinmemiş; “Mâbedin müze hâline getirilmesi memlekette o senelerde gayet şiddetli şekilde esen inkılâp rüzgârlarının tatsız bir neticesi idi” diye yazmış. Öyle ya, “ulul emre” karşı gelmek ne kelime, ona “itaat” şart.

***

Öyle ya, devrin icabına göre, esen hava gereği “çalgıya ayak uydurmak” gerekir. Ama aynı  Bardakçı; Ayasofya külliyesinin, müzeye çevrilmesinden iki yıl sonra, 19 Kasım 1936 tarihinde düzenlenen tapu senedinde; “57 pafta, 57 ada, 7. parselde, Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi, Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı üzerinedir" dendiğinden hiç söz etmemiş.

***

Etmemesi de çok normal… Ecmain kadar olmasa bile Bardakçı da Mustafa Kemal ve Cumhuriyet devrimlerinden pek haz etmeyen birisi… Hanedan hayranıdır, sürekli “parlatır” onları. Ama o hanedan içerisinde, Mustafa Kemal’e, bizim “ecmain” gibi saldıran çıkmadığı gibi, övgü dolu söz söyleyen de çok miktarda… O insanların giyim ve kuşamlarından belli değil mi, nasıl bir dünya özledikleri?

***

Peki, “devrimlerin esen tatsız rüzgarlarının” sonucu, tapu, en azından “maliye hazinesine” devredilip, unutulmasına vesile olunamaz mıydı? Unutmayın, büyük devrimci Mustafa Kemal henüz hayatta ve isterse burasını “parsel parsel” de satabilirdi… Tabii, o büyük adamdan böyle bir şey beklemek abesle iştigal…

***

Bu konuda son sözüm şu: Kağıtlar yeniden karıldı… Oyun yeni başlıyor ama bu oyun eskisi gibi olmayacak… Saflar iyice belirginleşecek. Bu oyunda şahsen benim yerim; Çağcıl, çoğulcu, katılımcı, hesap verebilir, hukuku üstün kılan, bireysel hak ve özgürlükleri ön plana çıkartan laik/seküler ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nde yani “ulus devletten” yana olacak…

Diğer Makaleler