Hikaye bu ya!

“Hikaye bu ya!..”diyerek başlarız söze, uysa da uymasa da  bir şeyler anlatırız... Kimse, özellikle de büyüklerimiz alınmasınlar diye; “Teşbihte hata olmaz!” kuralına sığınırız... Biz de bu kurala uyarak, anlattığımız hikayelerden kimse alınmasın ya da “öküz altında buzağı aramasın”, diyoruz!..

***

Mesela, derler ki; “tecrübe, yenen kazıkların bileşkesidir!”. Tabii, çoğu zaman bu kazıkların bedeli de ağır oluyor…

***

Hatırlar mısınız; Kartal kavşağına, “ne idüğü” belirsiz, türbem mi yoksa çeşme mi yoksa ikisi mi olduğu belli olmayan bir ucube dikilmişti. Ne için ve kaça yapıldı ve kim yaptı? Ta o günden beri çok sorduk, bir yanıt alamadık.

Aradan zaman geçti. Mustafa Çelik Başkan oldu, giderayak, bir gecede yıktırttı… İyi de etti. Peki, bunun parasını kim ödedi? Herhalde, karar vericilerin cebinden çıkmadı; yüklenici de babasının hayrına yapmadı.

Mesela, Cumhuriyet Mahallesi yeniden düzenlenirken “dekoratif aydınlatma” amaçlı direkler dikilmişti; yerlere yine aydınlatma lambaları konmuştu. Ne oldu bunlara? Bazılarının, ucu gözüken kablolarından başka hiçbir şeyi kalmadı. Neden yapıldı, neden yok oldu?

***

Ama Kayseri’nin muhterem ahalisi hiç de sormadı bunları. Oysa, bunun bedelini kendisi ödemişti. Yapılınca da, yıkılınca da, yok olunca da sormak, af buyurun, şahsıma söylüyorum, benim gibi “hıyara” düştü.

***

Bizim işimiz neye benziyor? Şuna: Yaz-boz tahtasına… “Acemi nalbant fukara eşeğinde öğrenirmiş!” misali, bizimkiler de yaparak, bozarak öğreniyor.

***

Vakti zamanında köyün birinde öküzün başı küpün içine girmiş... Nasıl girmişse girmiş işte!.. Bir türlü kurtaramıyorlar... Köyün ileri gelenleri, toplanmış... Başlamışlar fikir üretmeye... Bakmışlar, olacak gibi değil... “Doluya koysalar almıyor, boşa koysalar dolmuyor”, türünden bir şey!..

Tam bu esnada Keloğlan zuhur etmiş... Bilindiği gibi bu tür hikayelerde ya Keloğlanya da Nasrettin Hoca zuhur eder... Karadeniz hikayelerinde de Temel, Dursun, Fadime... Bizim köyün kısmetine de Keloğlan düşmüş... Görmüş Keloğlan, ahalinin çaresizliğini...

“Bundan kolay ne var !”demiş... Keskin bir bıçak getirin demiş... “Kesmiş öküzün başını!” Nafile!...  Baş, yine küpün içinde kalmış...  Bu sefer de bir çekiç istemiş; kırdırmış, küpü... Baş bir yana, küp parçaları, bir yana... Geriye çekilip; “Nasıl kurtarılacağını gördünüz mü?”

***

Madem iş hikayeden açıldı bu sefer de Nasrettin Hoca’nın zuhur ettiği bir hikaye anlatayım...

Efendim. Usta, minarenin “aleminin” tamiri için çıkmış... Orada kalmış... Bir türlü inemiyor... Kasabanın ileri gelenleri toplanmış... Her kafadan bir ses çıkıyor, adamı indirmek için... Ama nâfile... Olacak ya, Nasrettin Hoca da Hızır gibi yetişmiş imdada...

Hoca, düşünmüş, taşınmış uzun bir urgan istemiş.... Getirmişler... Kement yapmış; sallamış sallamış; minarenin “alemine” fırlatmış...  Mahsur kalana da; “tut ve beline bağla!” uyarısı yaparak...

Adam urganı tutmuş... Beline bağlamış... “Tamam!” diye de aşağıdakileri uyarmış... Hoca var hızıyla çekmiş, urganı... Malum, adam, sizlere ömür!

Başlamışlar Hoca’yı eleştirmeye... “Hoca ne yaptın?”, “Adamı öldürdün!”  Hiç böyle adam kurtarılır mı? Hoca da ne yapsın... O da üzülmüş..  Özür dilemiş ve ilave etmiş; “Ey ahali!.. Ben bu usulle bir adam kurtarmıştım ama kuyudan mıydı yoksa minareden miydi? İşin doğrusu, unuttum. Ölene Allah rahmet etsin; kalanlara da başsağlığı diliyorum!”

***

Temelve Dursun’dan söz açılmışken bir hikaye de onlardan... İki kafadar Trabzon’dan denize girmişler; Amerika’ya yüzerek gitmek için... Başlamışlar yüzmeye... “Ha babam, de babam!” derken... Karadeniz’i geçmişler… Marmara’ya, oradan Ege’ye varmışlar. Akdeniz, Cebelitarık üzerinden soluğu Atlas Okyanusu’nda almışlar. Yüzmüşler, yüzmüşler, yüzmüşler; gece gündüz demeden. Sonunda, Newyork’ta ki ünlü Hürriyet Heykeli gözükmüş...

Temel, Dursun’a dönmüş: “Vallahi çok yoruldum. Dayanamayacağım artık. Ben geri dönüyorum!” O da, “sen dönüyorsan, ben de…”, demiş.

Yaşanan olayları gördükçe, yaşananlara tanık oldukça bu hikayeler aklıma geldi...

Uydu mu ? Bilmem...

Diğer Makaleler